11 Temmuz 2010 Pazar

Hayatı Yarışmak - Atalay Demirci

Hayatı yaşamak ile hayatı yarışmak arasında ki farkın, çokça yaşandığı güzel ülkemde,


İnsanımız mutluluğu, kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi misali aradığından olsa gerek, her zaman telaşlıdır.
Her yeni gün yaşamayı düşündüğü başka bir telaşı akşamdan planlamak, bu yarışın en önemli kuralıdır.
Onun içindir ki

“Nasılsın” sorusuna, “koşturuyoruz işte ne yapalım”,

diye cevap veren, başka bir millet duyamazsınız.

Daha 3 yaşındayken başlar ülkemde, telaşlı yaşama geçiş.
Kendisini kreş servisinde bulur, henüz uykusunu alamamış bebiş…

Mutsuz ve de şaşkın bakışlar atar etrafına; birazdan terk edileceğini hissetmiştir sanki…

Bir yandan da konduramaz aslında bu ayrılığı, kucağından hiç ayrılmadığı annesi…
Belki de ilk terk edişidir annenin yavrusunu. Ona daha zordur aslında ama neylersin, çalışmak zorundadır anne. Çünkü sadece babanın koşturması yetmez memleketim de.
Nereden baksan sarsıntı, nereden baksan hazindir bu ayrılık.

Ama yine o telaşlı yaşamda, kendine verilen rolü yaşaması icap eden kreş öğretmenleri kanıksamıştır artık, her yıl yaşanan bu trajediyi. Uyarırlar çocuğu ve anneyi,
“Annesi, bak seni ağlarken görürse, daha kötü olur çocuk. Bırak 5 dakika sonra dalıp oyuncaklara, unutur seni. Merak etme sen. Hadi git işine gücüne.

Rahat ol çocuğun, emin ellerde
Yani bir şeyleri bulunca anneyi unutmak, farkında olmadan, daha 3 yaşındayken öğrendiğimiz ve ileride mutlaka bilinçaltımıza yerleşen, sıkıntı verici bir duygudur.

Ve sorumlusu da ne yazık ki, annemizin her ay alacağı soğuk yüzlü bordrodur.
Çok güzel yanları vardır elbet okul öncesi eğitimin belki,

Ama sevginin, okul öncesi, teneffüs arası, okul sonrası yok ki…

Ama insanoğlunun en önemli özelliklerinden birisidir alışmak.

Kimisi erken, kimisi geç ama eninde sonunda alışmak…

Çabuk alışır çocuk kreşe…

Oyuncaklar, arkadaşlar, derken hayatı oradan ibaret yaşamaya başlar

ya da yaşadığını sanmaya.

Bünyesi daha o yaşlarda telaşlı yaşama hazırdır artık.

Erken yatıp erken kalkmak zorundadır, buz gibi havalarda annesinin sıcak elinden tutarak şoför amcayı beklemek, servisteki herkese gülücükler atmak ve “ne tatlı şey” olmak…

Yolculuğun sonuysa o bildik ayrılık…

Ama gelecektir anne hava kararınca, nedendir ki bu hüzün kreş öğretmenince…!

Onun da aslında inanamadığı bu cümlenin anlamsızlığını ay sonunda annenin eline geçecek para daha da anlamsızlaştırır ama şaşırmaz anne miktarı görünce nedense…

Ve nedendir bu hüzün sorusunu soran da 3 yaşında yaşamıştır bu hüznü ama

güzel özelliğidir insanın hüzünleri unutmak…

“7 çok geç, 5’te buluşalım çocukları okula göndermede kampanyaları”

hep acı vermiştir bana…

Çocukluğunu yaşayabileceği bir mahallesi bile olmayan,

apartmanların arasında sıkışıp kalan çocukluğunu, nerede bulacağını bile bilmeyen çocuk, okul da zanneder çocukluğunu ve yazıktır ki ilk gün anlar öyle olmadığını…

Okul Müdürü çok da net ses vermeyen mikrofona “füüü” derken,

çocuğun kurduğu hayallere de püf der aslında.

Olması gereken soğukluktaki şu cümlesiyle;

“Geçin bakayım düzgünce sıraya. Veliler terk etsin okul bahçesini hemen lûtfen.”

“Hemen” ile “lûtfen”in anlamsız birlikteliğine inanmak istemeyen anne, yine ayrılır çocuğundan ve çok nadirdir okul bahçesinde, rastlamak herhangi bir babaya…

Baba görsen bile hüznünü göremezsin, çünkü erkekler ağlamazı oynamıştır yıllardır

hem de başarıyla…

Evet, kreşteki kadar hüzün yoktur ama telaşlı yaşamaya çok hazır olan anne bünyesi, çoktan telaşa kapılmıştır bile… “Ya…” ile başlayan yüzlerce cümle kurar beyninde…

“Ya ağlarsa…”, “ya kavga ederse çocuklarla…”, “ya sevmezse okulu…”,

“ya öğretmen kızarsa biricik yavrusuna, bağırırsa…”, “ne yapıyordur ki şimdi”

ve gözyaşları akar bazen yüzüne bazen de içine…

Çünkü öyle büyümüştür anne olana kadar,

“ya kazanamazsam bu sınavı”, “ya kalırsam okulda” ki okul kalınabilen bir yer bile değilken, ne de komiktir aslında bu cümle…

“Ya ay sonunu getiremezsem” cümlesi en az okulda kalmaya çalışmak kadar komiktir,

en ilginç cümlelerden birisidir, ülkem insanının özetinde kullanılabilecek…

Kendisi zaten gelecek olan bir sonu getirmeye çalışmak olsa olsa

zamana saygısızlık değimlidir oysa…

Sen kendini ne kadar üzersen üz aynı atar saatin tık tıkları, ağrıtma boşuna karnını…

Ayrıca getirdiğini sandığın ayın sonu, bir dahakinin başlangıcı…

Ve bu kendi kendimize kısırlaştırdığımız döngü içerisinde,

“bir şey” bile olamadan tükenen ömürler mezarlığı ülkemde,

hep özlem vardır sahip çıkılamayan eskiye nedense…

Tabi, tabi 7 çok geç kardeşim, 5 yaşında alsın çocuklar sırtlarına 5 er kiloluk çantaları ve ezilsinler altında, öğrensinler hemen, sizin daha yaşamayı bile beceremediğiniz ama öğrendiğinizi zannettiğiniz hayatı, öğrensinler tabi.

Öğrenmek için ille de ezilmek gerek çünkü değil mi?

Onca defter kitap okulda çocuğa ait bir dolapta dursa olmaz değil mi,

taşımalı her gün o çocuklar daha 30 kilo bile değilken o ağırlıkları…

Eee ne de olsa mantık şu; madem dolap maliyetli,

olsun o zaman çocuk biraz daha kabiliyetli…

Çocuğa sorumluluk vermek güzeldir, meyvesini büyüyünce alırsın elbet.

Amma 1 ağaçta 2 ayrı meyve olmaz derler ya hani, bence olur…

Sorumluluğun yanında verilen, psikolojik sorunluluk, işte o ikinci meyvedir.

İleride tadı hiç de güzel olmaz, aksilik yemek zorunda kalırsın,

çünkü ağaçta kalsa çocuğa zarar, görmezden gelsen sana…

“Ön”lük giyen çocuğunuz, artık hep “arka”sını düşünmek zorunda olduğunu anlar,

her sabah yakasını takarken, acele edilen kahvaltı, ki hiçbir anlamı yoktur tıbben,

yetişmeye çalışılan şoför amcalar ve ilginç bir sıcaklığı olan,

her sabah çocukları şefkatle kucaklayan, okul bahçesinin ayrı bir yeri olur çocukta.

Yaşanacak bütün telaşların bir sırası vardır memleketimde,

kendimizin belirleyemediği ama mütemadiyen uyum gösterdiği…

Kreş, ilkokul, ortaokul, lise… Sonra üniversite telaşı ki anlamsız gelmiştir bana her zaman, ülkemdeki üniversite anlayışı.

Kimin, hangi bölümü, niye okuduğu belli olmayan ve sonunda alınan diplomayla

ancak “hiç bir şey” olunan, onca bölüm için senelerce girilen onca telaş,

hep bir şey olmaya çalışmanın sebebidir.

Ama sonunda bir şey olunmadığı başkaları tarafından anlaşılmış ve tasdik edilmiş olsa da halen aynı telaşı yaşayan binlerce insan…

Biraz şansın ya da arkanda senden önce adam olmuş bir adamın varsa,

30 güne yaymayı başarmaya çalışacağın bir maaşla iş bulursun ve

evet artık bir şey olmuşsundur toplum nazarında…

Erkeksen mesela, artık evlenebilmenin en önemli şartlarından birisi yerine gelmiştir…

Amma sünnet olmayan çocuğa “erkek” demeyen toplum,

askerliğini yapmayan insana da “adam” demediği için,

damatlık giymeden önce, mutlaka gizlemelidir hayallerini, miğferin altında…

Ertelenecek en son şey olan sevgi, gönderdiği mektuplarda gizlidir askerimin.

Gelinlik hayallerinin arasına sıkıştırmaya çalışır kızlarımız kavuşacakları günleri,

tabi şanslılarsa, kahpe bir kurşuna kurban gitmemişse damat adayı…

Askerdeki her damat adayının, aslında şehit adayı olduğu başka bir ülke var mı?

Sonra söz verir iki insan,

“vallahi evleneceğiz inanın. Hatta bakın yüzük bile takıyoruz sizler inanın” diye

ve başlar sorular, nişan-düğün telaşları

ve her döneme has sorulara verilen mahcup cevaplar…

“Yüzük taktınız mı yüzük?”, “Eee nişan ne zaman o zaman?”, “

Madem nişan o zaman, düğün ne zaman?”

“Ev nerede, kira mı?”, “Adam zengin mi?”,

“Peki gerçekten adam mı? Yani, askerliğini yapmış mı?” “İşi var mı?”

“Kız da, pardon, kadın da çalışıyor mu?”, “Geçinebiliyor musunuz bari?”,

“Geliyor mu, ay sonu? Bizimki yarıda kalıyor da bazen…”

Sonra tavsiyeler başlar, yaşadıklarının hayat olduğunu sananlar tarafından…

“Hayatınızı yaşayın biraz, çocuk yapmayın hemen”

Sahi ne demektir “hayatınızı yaşayın”, “o âna kadar yaşanan neydi peki”

diye sormazlar mı askerliğini yapmış, maaşlı bir işte çalışan adam’a?

Ya da sorduklarında bir cevap alabilirler mi evleneli 6 ay olmuş

ama annesinden ayrıldığına, 3 yaşındayken kreş kapısında, şimdi de el kapısında,

her gece gizli, gizli ağlayan artık kadın olmuş kıza…

Aslında “hayatınızı yaşayın biraz, çocuk yapmayın” diyenlerin

koskoca bir itirafı mıdır acaba; “biz yarıştık yıllardır bari siz yaşayın” mesela…

Evet, hayatınızı yaşayın bence de…

Yapmayın çocuk falan…

Çocuğu da kendi yapıyor sanması komiktir aslında insanın ya, neyse…

Daha 3’ün deyken ayrılacaksanız o çocuktan her sabah, 3 kuruş maaş için kreş bahanesiyle. Evet hayatınızı yaşayın bence de, eğer yaşadığınızı zannettiğiniz şey yarış değil,

hayatsa hala sizce de…

ATALAY DEMİRCİ

http://www.atalaydemirci.com/


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder