26 Temmuz 2010 Pazartesi

Hüseyin Yıldırım - Berat'a Erebilmemiz Ümidiyle...


Değerli Arkadaşlar,
Umut, insanların hayatlarını sürdürebilir kılmaları adına çok önemli bir kavramdır. Umudu tükenen insanın yaşaması da anlamsızlaşmaya başlar ve yaşamak büyük bir yük haline gelir.

Umut, aynı zamanda kurtuluşun da en önemli habercisidir. İşte manevi iklimimizin köşe taşlarından birisi olan Berat Kandili de bu kurtuluşa ermenin ve umudun diri tutulmasının sağlanması adına önemli gecelerden biridir.

Bu gecede kurtuluşa erebilme adına elimizden geldiğince ibadet etmeliyiz. Tevbe ve istiğfarda bulunmalıyız. Zümer Suresi 53.Ayet de umutsuzluğa kapılmama adına bizim için bir ölçü olsun…

‎(Benden onlara) De ki: "Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir."


Umudumuzun kaybolmaması ve kurtuluşumuzun gerçekleşmesi ümidiyle Berat Kandilimiz kutlu olsun…

25 Temmuz 2010 Pazar

Cüneyd Suavi - Kabus

Çocukluğumdan beri dar mekânlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım. İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım.


Oysa ki o dar mekânlara, şimdi ister istemez girecektim. Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların seslerini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları görebiliyordum.

- Genç yaşta öldü zavallı, diyorlardı. Halbuki yapacak ne kadar çok işi vardı. Gerçekten de birçok işim yarım kalmıştı. Meselâ oğluma iyi bir işyeri açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini henüz bitirememiştim. Büyük bir firma kurup dostlarımı orada toplamak da artık hayâl olmuştu. Üstelik kış çok yaklaştığı halde odun kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini tamir edememiştim. Yarıda kalan işlerimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses, beynimin en ücra köselerinde yankılanıyor ve:

- 'Geçti artık, geçti', diyordu.

İçimden 'keşke geçmemiş olsaydı' diyordum. Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki? Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım. Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapağını örtmeye çalıştıklarını fark ettim. Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde:

- Aman Allah'ım, dedim. Ne olacak şimdi hâlim? Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu. Cenâze namazı için câmiye gidiyor olmalıydık. Câmi deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve her gün beş defa davet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi elli yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikâyet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim. Evet evet, şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi bir insan olacaktım. Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses:

- Geçti artık, geçti, diye tekrarladı. 'Bitti artık.'

Biraz sonra namazım kılınmış ve tekrar omuzlara kaldırılmıştım.

Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşlarımın neşeli kahkahalarını işitiyor ve 'herhalde ölüm haberimi duymamış olacaklar' diye düşünüyordum. Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabuttaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da milli takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise, yanındakinin kulağına fısıldayarak:

- 'Rahmetlinin tersliği, öldüğü günden belli, diyordu. Sırılsıklam olduk birader.' Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi? Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve tabutum yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan bir çukura doğru indirdi. Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım. Aman Allah'ım! Bu kabir değil miydi? O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim? Sessiz feryatlarımı kimseye duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum. Tekrar zifiri karanlıkta kalmış ve bütün âcizliğimle dua etmeye başlamıştım.

- Yârabbi, diyordum. Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim. Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak:

- Geçti artık, geçti, diye tekrarladı. 'Her şey bitti artık.' Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu.

Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum.

Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak:

Geçti artık, geçti, diye bağırıp duruyordu. 'Geçti bak, hiçbir şeyin kalmadı.' Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki yirmi kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak hâlinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu. Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toparlamaya çalışırken

- Yârabbi, sana zerrelerim adedince şükürler olsun, diyordum. İyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha vermeseydin?

Özdemir Asaf - Ağlamak

Ağlamak

Bazı acılarda yetmez

Bazı ölümlere



Örtüsüdür bazı acıların

Örter, örtülmez

Savunur bir süre



Ağlayanlar sevinmeli

Sevin ağlayabiliyorsan

Acılar ardarda dinmeli



Durur bir nöbetçi gibi

Durur bir bekçi gibi

Zamana gülmeli-gülmeli



Sevin ağlayabiliyorsan

Unutmanın kardeşidir ağlamak

Uyur uyanır yatağında duyguların

Düşüncenin kucağında hep çocuktur

Ağlamak.

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Erdem Bayazıt - Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair


``Telgrafın tellerini kurşunlamalı’’
Öyle değildi bu türkü bilirim

Bir de içime

-Her istasyonda duran sonra tekrar yürüyen-

Bir posta katarı gibi simsiyah dumanlar dökerek

Bazan gelmesi beklenen bazan ansızın çıkagelen

Haberler bilirim mektuplar bilirim.



Gamdan dağlar kurmalıyım

Kayaları kelimeler olan

Kırk ikindi saymalıyım

Kırk gün hüzün boşaltan omuzlarıma saçlarıma

Saçlarının akışını anar anmaz omuzlarından

Baştan ayağa ıslanmalıyım

Gam dağlarına çıkıp naralar atmalıyım.



İçimde kaynayan bir mahşer var

Bu mahşer birde annelerinin kalbinde kaynar

Çünkü onlar yün örerken pencere önlerinde

Ya da çamaşır sererken bahçelerinde

Birden alıverirler kara haberini

Okul dönüşü bir trafik kazasında

Can veren oğullarının.



Bir de gencecik aşıkların yüreklerini bilirim

Bir dolmuşta yorgun şoförler için bestelenmiş

Bir şarkıdan bir kelime düşüverince içlerine

Karanlık sokaklarına dalarak şehirlerin

Beton apartmanların sağır duvarlarını yumruklayan

Ya da melal denizi parkların ıssız yerlerinde

Örneğin Hint Okyanusu gibi derin

İsyanın kapkara sularına dalan.



Nice akşamlar bilirim ki

Karanlığını

Bir millet hastanesinde

Dokuz kişilik kadınlar koğuşu koridorunda

Başını kalorifer borularına gömmüş

Beyaz giysilerinden uykular dökülen tabiplerden

Haber sormaya korkan

Genç kızların yüreğinden almıştır.



Bir de baharlar bilirim

Apartman odalarında büyüyen çocukların bilmediği bilemeyeceği

Anadolu bozkırlarında

İstanbul’dan çıkıp Diyarbekir’e doğru

Tekerleri yamalı asfaltları bir ağustos susuzluğu ile içen

Cesur otobüs pencerelerinden

Bilinçsiz bir baş kayması ile görülen

Evrensel kadınların iki büklüm çapa yaptıkları tarla kenarlarında

Çıplak ayakları yumuşak topraklara batmış ırgat çocuklarının

Bir ellerinde bayat bir ekmeği kemirirken

Diğer ellerinde sarkan yemyeşil bir soğanla gelen.



Yazlar bilirim memleketime özgü

Yiğit köy delikanlılarının

İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladıkları

Birinin ölü dudaklarından sızan kan daha kurumadan

Üstüne cehennem güneşlerde göğermiş mor sinekler konup kalkan

Diğeri kan ter içinde yayla yollarında

Mavzerinin demirini alnına dayamış

Yüreği susuzluktan bunalan

İçinden mahpushane çeşmeleri akan

Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp

Apansız silahına davranan

Nice delikanlıların figüranlık yaptığı

Yazlar bilirim memleketime özgü



Güzler bilirim ülkeme dair

Karşılıksız kalmış bir sevda gibi gelir

Kalakalmış bir kıyıda melül ve tenha

Kalbim gibi

Kaybolmuş daracık ceplerinde elleri

Titreyen kenar mahalle çocukları

Bir sıcak somun için, yalın kat bir don için

Dökülürler bulvarlara yapraklar gibi.



Kadınlar bilirim ülkeme ait

Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak

Göğüsleri Çukurova gibi münbit

Dağ gibi otururlar evlerinde

Limanlar gemileri nasıl beklerse

Öyle beklerler erkeklerini

Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi.



İsyan şiirleri bilirim sonra

Kelimeler ki tank gibi geçer adamın yüreğinden

Harfler harp düzeni almıştır mısralarında

Kimi bir vurguncuyu gece rüyasında yakalamıştır

Kimi bir soygun sofrasında ışıklı sofralarda

Hırsızın gırtlağına tıkanmıştır.



Müslüman yürekler bilirim daha

Kızdı mı cehennem kesilir sevdi mi cennet

Eller bilirim haşin hoyrat mert

Alınlar görmüşüm ki vatanımın coğrafyasıdır

Her kırışığı sorulacak bir hesabı

Her çizgisi tarihten bir yaprağı anlatır.



Bütün bunların üstüne

Hepsinin üstüne sevda sözleri söylemeliyim

Vatanım milletim tüm insanlar kardeşlerim

Sonra sen gelmelisin dilimin ucuna adın gelmeli

Adın kurtuluştur ama söylememeliyim

Can kuşum, umudum, canım sevgilim.

Fuzuli - Su Kasidesi

Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su


Kim bu denli tutuşan odlare kılmaz çare su



Âb-gûndur günbed-i devvar rengi bilmezem

Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvare su



Zevk-i tiğinden aceb yok olsa gönlüm çak çak

Kim mürur ilen bırakır rahneler divare su



Suya versin bağ-ban gül-zarı zahmet çekmesin

Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gül-zare su



Ohşadabilmez gubarını muhharir hattına

Hame tek bakmaktan inse gözlerine kare su



Arızın yadiyhle nem-nak olsa müjganım nola

Zayi olmaz gül temennasiyle vermek hare su



Hayret ilen parmağın dişler kim etse istima

Parmağından verdiği şiddet günü Ensar’e su



Eylemiş her katreden bin bahr-i rahmet mevc-hiz

El sunup urgaç vuzu için gül-i ruhsare su



Hâk-i payine yetem der ömrlerdir muttasil

Başini taştan taşa urup gezer avare su



Zerre zerre hâk-i der-gâhina ister sala nûr

Dönmez ol der-gâhtan ger olsa pâre pâre su



Zikr-i na’tin virdini derman bilir ehl-i hatâ

Eyle kim def’-i humar için içer mey-hâre su



Yâ Habibu’llah yâ hayru’l-beşer müştâkinim

Eyle kim leb-teşneler yanip diler hemvâre su



Sensin ol bahr-i keramet kim şeb-i Mirâc’da

Şeb-nem-i feyzin yetirmiş sâbit ü seyyâre su



Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânıma

Var ümîdim ebr-i ihsânın sepe ol nâre su



Yümn-i na’tinden güher olmuş Fuzûli sözleri

Ebr-i nîsandan dönen tek lü’lü-i şeh-vâre su



Hâb-i gafletten olan bîdâr olanda rûz-ı haşr

Hâb-ı hasretten dökende dîde-i bîdâre su



Umduğum oldur ki Rûz-i Haşr mahrûm olmayam

Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su



Gam günü etme dil-i bîmârdan tiğin diriğ

Hayrdır vermek karanu gecede bîmâre su



İste peykânın gönül hecrinde şevkim sâkin et

Susuzum bir kez bu sahrâda benim’çün ara su



Ben lebin müştâkiyim zühhâd kevser tâlibi

Nitekim meste mey içmek hoş gelir huş-yâre su



Ravza-i kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr

Aşık olmuş gâliba ol serv-i hoş-reftare su



Su yolun ol kûydan toprağ olup tutsam gerek

Çün rakîbimdir dahi ol kûya koyman vâre su



Dest-busı arzusiyle ger ölsem dostlar

Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su



İçmek ister bölübülün kanın meger bir reng ile

Gül budağının mizâcına gire kurtare su



Tînet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme

İktida kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtâr’e su



Seyyid-i nev’-i beşer deryâ-yi dürr-i istifâ

Kim sepiptir mu’cizâtı âteş-i eşrâre su



Kılmak için tâze gül-zâr-i nübüvvet revnâkın

Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâre su



Mu’cizi bir bahr-i bî-pâyân imiş âlemde kim

Yetmiş andan bin bin âteş-hâne-i küffâre su

23 Temmuz 2010 Cuma

İbrahim Refik - Ölümden Başkası Yalan



"Hiçbir yiğidin kaza ve kader okuna karşı kalkanı yoktur."

[Hazreti Ali]



Kayseri-Kuşadası seferinde Konya yakınlarında akaryakıt tankeriyle çarpışan yolcu otobüsünün alevler içinde cayır cayır yandıktan sonra geride kalan korkunç görüntüsü hafızalardan kolay kolay silinecek gibi değil.


O korkunç kazada otobüsteki 48 kişiyle birlikte Türk milletinin yüreği alev alev yanmıştı ama yanmayanlar da vardı! Otobüsün metal kısımları bile yanıp kavrulurken "Dünyada ölümden başkası yalan" yazılı bir kağıt parçasının yanmaması tam bir ibret-i âlemdi.

Erciyes Üniversitesi iktisadî ve idarî Bilimler Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Şencan Komşucu adlı genç bir kız da, o alev topu otobüste yanmaktan kurtulmuştu. Fakat?!

Şencan Komşucu, Kayseri eşrafından Faruk Çarşıbaşı adlı hayırseverden burs alıyordu. Şencan, Cumhuriyet Bayramı tatilini de fırsat bilip memleketine gitmek için otobüsten yerini ayırttı. Bursunu almak için kazanın olduğu gecenin akşamı arkadaşıyla birlikte Faruk Çarşıbaşı'nın kapısını çaldı.

Şencan'a, resmi bazı aksaklıkların olduğu ifade edilip resmi daireler kapalı olduğu için "Burs işini pazartesi halledelim" denildi. Şencan, ailesine iki gün daha geç gideceği için üzülmesine rağmen "geç olsun da güç olmasın" düşüncesiyle pazartesi görüşmek üzere vedalaşıp otobüs rezervasyonunu da iptal ettirdi.

Ve Şencan, kaderin garip tecellisi olarak otobüse binmekten kılpayı kurtuldu.

Pazartesi günü Faruk Bey'e sabahın erken saatlerinde gelen Şencan, "Siz benim hayatımı kurtardınız. Bana cuma akşamı bursumu verseydiniz o alev alev yanan otobüsün içinde ben de yanacaktım. O resmi problem çıkmasaydı bursumla biletimi alarak memleketime gidecektim. Bursumu alamayınca o otobüse de binemedim. Dolayısı ile yanmaktan ve ölmekten kurtuldum." der. Daha sonra da, Faruk Bey'e teşekkürlerini ifade edip memleketine gider.

Alev otobüse binmekten son anda vazgeçip hayatı kurtulan Şencan, memleketinden döndükten sonra okula gitmek için otobüs durağına geldiğinde otobüsün hareket ettigini görür. Aceleyle otobüsün ön kapisina yetişir ama otobüs hareket halindedir. Otobüs ana caddeye çıkmak için durunca Şencan da otobüsün kendisi için durduğunu zannederek tekrar kapıya koşar. Kapının açılacağını bekleyen Şencan ayağını kapıya uzattığı anda Şencan'ı farketmeyen otobüs şoförü hareket edince bir anda aracın tekerlekleri altında kalarak ezilir.

Feci bir şekilde yaralanan Sencan, alelacele Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırılır, fakat bütün müdahalelere rağmen kurtulamaz.

Evet, ecel Şencan'ı yanan otobüste değil de başka bir otobüste yakalamıştır.

Hadiselerin İbret Dili kitabından...

22 Temmuz 2010 Perşembe

Can Yücel - Herşey Sende Gizli


Yerin seni çektiği kadar ağırsın

Kanatların çırpındığı kadar hafif..

Kalbinin attığı kadar canlısın

Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...

Sevdiklerin kadar iyisin

Nefret ettiklerin kadar kötü..

Ne renk olursa olsun kaşın gözün

Karşındakinin gördüğüdür rengin..

Yaşadıklarını kâr sayma:

Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,Sevdiğin kadardır ömrün..

Gülebildiğin kadar mutlusun

Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin

Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.

Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer

Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın

Bir gün yalan söyleyeceksen eğer

Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.

Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret

Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın

Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın

Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.

Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın

Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.

Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..

İşte budur hayat!

İşte budur yaşamak, bunu hatırladığın kadar yaşarsın

Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün

Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun

Çiçek sulandığı kadar güzeldir

Kuşlar ötebildiği kadar sevimli

Bebek ağladığı kadar bebektir

Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,

Sevdiğin kadar sevilirsin...



Can YÜCEL

21 Temmuz 2010 Çarşamba

İnsanlık Sevgiye Hasret Gidiyor

Bugün insanlık olarak insanca davranmayı unutmuş gibi bir hâlimiz var. Varlık içindeki farklılığımızı ifade etmekten çok uzak bulunuyoruz. Melekleri imrendirecek o muhteşem donanımımıza rağmen habîs ervahı bile utandıracak işler yapıyoruz. Kinle-nefretle oturup kalkıyor, gayzla köpürüyor ve birbirimize hep intikam hisleriyle bakıyoruz. Sevgi adına sinelerimiz bomboş, düşmanlık sisi-dumanı sarmış bütün duygularımızı ve yıllar var habersiziz muhabbetin o büyülü tesirinden. Düşüncelerimiz mütemadiyen kötülük duyguları üretiyor. Etrafı yakıp yıkma, her şeyi kendimize benzetme ve "öteki" dediklerimizi baskı altına alma âdeta ahvâl-i âdiyeden. Çoğumuz itibarıyla akla-mantığa rağmen hep hislerimizin güdümünde yaşıyoruz. Bizim gibi düşünmeyenleri ezme, susturma en bariz şiarımız. Bazı problemlerin farklı çözüm yolları da olabileceğini hiç mi hiç düşünmeden bildiğimize gidiyor ve yapmalar yolunda ne yıkmalara ne yıkmalara sebebiyet veriyoruz. Birbirimizin gönlüne girerek can diliyle, gönül beyanıyla kendimizi ifade etme, geçmişte kalmış demode bir yöntem gibi...



Bencilliğimizin ürettiği bir sürü muhalif düşünce ve onların temsilcileriyle karşı karşıya bulunmanın hafakanlarıyla oturup kalkıyoruz. Sürekli hiddetleniyor, nefretle köpürüyor ve gücümüz yeterse kalkıp tepelerine biniyoruz. Ezebildiklerimizi eziyor, güç yetiremediklerimizin şeref ve haysiyetiyle oynuyor, hatta varsa medya güç ve imkânlarımızla onları yerden yere vuruyor, ölümden beter şeylere maruz bırakıyoruz.



Bu tür olumsuz şeyler karşısında, şimdilerde bütün dünyada duyulan ya zalimlerin "hayhuy"u ya da mazlumların âh u efgânı. Yıllar var ki mazlumlar, mağdurlar diyarı bazı ülkeler sürekli baskı altında ve halklar inim inim. Akıllar durgunlaştırılmış, his ve heyecanlar söndürülmüş, çoğunluk kendi değerlerine karşı yabancılaştırılmış ve herkes birbirinin kurdu hâline getirilmiş. Farklı düşünce ve farklı anlayışların birer ihtilaf ve iftirak sebebi sayıldığı bu kabîl toplumlarda vuran vurana, kıran kırana önü alınmaz kavgalar çıkarılıyor, insanlar birbirine düşürülüyor. Biri ötekinin gözünü çıkarıyor, canına kıyıyor; o da berikinin üzerine canlı bombalar veya bomba yüklü arabalarla yürüyor. Her yerde farklı bir vahşet yaşanıyor ki vahşilerinkine denk, hatta ondan da ileri...



Kalmamış çoklarında insanî ruhtan eser.. felç olmuş gibi vicdan mekanizması: İradeler zalimce planlar peşinde; mârifetullah rasathanesi sayılan zihinler kirli duygulara teslim; sevginin o dupduru kaynağı his dünyası, yılan-çıyan yuvası; potansiyel olarak Hakk'ı müşâhede menfezi sayılan gönül, bütün bütün ışığı söndürülmüş bir dehliz ve bütün insanî sistemler, varoluş gayelerine aykırı bir yolsuzluk gurbeti içindeler.



Gerçi tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde benzer olumsuzluklar hep yaşana geldi ama bu seferki tahribat ve mesavî, biraz da küreselleşen dünya ve gelişen ileri teknolojinin katkılarıyla çok farklı ve ürpertici oldu. Allah'ın günü televizyon ve internet ekranlarına, gazete ve mecmua sayfalarına baktıkça dehşetle ürperiyor ve çok defa yüzümüzü başka bir tarafa çeviriyoruz. Biz gözlerimizi kapasak, kulaklarımızı tıkasak da elimizde olmayarak zihnimize nüfuz eden bir kısım olumsuzluklar yine sinelerimize bir zıpkın gibi saplanıyor, kalb ve ruhumuzda onulmaz yaralar açıyor. Bazen yığın yığın mesavîyi birden duyuyor, kan ve gözyaşı içinde kıvranan insanlarla beraber kıvranıyor ve yıkılıp yerle bir olan umranlarla beraber biz de yıkılıyoruz. Hazan esiyor gibi her yörede.. kuruyup dökülen yapraklar gibi insanlar.. Âkif ifadesiyle: "Harâb iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler / Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar / "Gazâ" nâmıyle dindaş öldüren bîçâre dindaşlar/ Ipıssız âşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar / Emek mahrûmu günler, fikr-i ferdâ bilmez akşamlar!.." İçimize akan şeyler birer çığlığa dönüşüyor ve bir şey yapamamanın ızdırabıyla inlemekle yetiniyoruz.



Oysaki, herkes ve her şey, bizden kendilerine uzatılacak bir el bekliyor; bekliyor ama çok defa kayıtsızlığımız veya aczimiz karşısında en derin inkisarlarla bir kere daha yıkılıyor.. yıkılıyor hissizliğimiz, hareketsizliğimiz karşısında ve feryatları cevapsız kaldığından dolayı. Az dahi olsa bunları duyup hissedenler de var ama onlar da güçsüz ve imkânsız. Bu itibarla da, olup bitenleri gördükçe ölüp ölüp diriliyorlar; duygularını, Suzî'nin "Yağmıyor yağmurlar, bitmiyor lâle / Acep bu hâlimiz böyle mi kala / Rahmet deryasından gelen bu ile / Vakitlerde esen yeller perişan!.." suzişi nağmeleriyle seslendiriyor ve oldukları yerde kalakalıyorlar.



Bütün bunlar karşısında insan, inkisarla sarsılıyor ve "Demek artık yığınlar hep böyle birbirini yiyecek.. kitleler birbiriyle sürtüşüp duracak.. kimse kimseyi gönülden sevmeyecek.. insanlar birbirini düşünmeyecek.. mağdura kimse el uzatmayacak.. mazlumun başı okşanmayacak.. fertler birbirine bağırlarını açmayacak.. kimse bulunduğu yerde güvenli olmayacak.. dünyanın kaderine, kan düşünen, kan konuşan, kan döken kanlı deliler hâkim olacak.. ve çağ yeniden bir kere daha tiranlar çağına dönecek..." diyesi geliyor. Bu böyle sürüp gidemez; sürüp gitmesi, insanlığın ve insanî değerlerin ölümü demektir.



Öyleyse gelin, yolların ayrımında bulunduğumuz şu günlerde bir kez daha Yunusların, Mevlânaların ses ve soluklarında yankılanan şu evrensel ilâhî çağrılara kulak vererek gönülden "sevgi" ve "kardeşlik" diyelim.! Gelin, insan olma farklılığını, rengi ve deseniyle bir kere daha bütün cihana gösterelim.! Gelin, garazların, kinlerin, nefretlerin dünyanın çehresini kararttığı şu günlerde bütün samimiyetimizle gönülden bir kez daha sevgi ve diyalog diyelim.! Gelin, vicdanlarımızı ilâhî rahmet vüs'atine göre bir genişliğe ulaştırarak ardına kadar herkese sinelerimizin kapılarını açalım.! Gelin, kendimizi kurumaya, yok olmaya mahkum birer damla gibi görmekten sıyrılarak, çağlayanlarla bütünleşip derya olmaya yürüyelim.! Mademki hepimiz insanız, genlerimizde Âdem Nebi'nin genleri ve özümüzde de Hakikat-i Ahmediye'nin usâresi var demektir; öyleyse gelin, bütün şeytanî dürtülere baş kaldırarak yeryüzünün halifesi olduğumuzu ve göklere ulaşmaya namzet bulunduğumuzu, cihanları velveleye verecek bir sesle haykıralım ve insan olma farklılığını bir kere daha meleklere duyuralım.! Gelin, yürüdüğümüz yolları birer şehraha çevirerek el ele, gönül gönüle hep Allah'a yönelelim.


Sızıntı Dergisi Mart 2008

20 Temmuz 2010 Salı

86400 Saniye - Ahmet Kabaklı

Bankada bir hesap sahibi olduğunu düşün, hesabına her sabah 86.400 dolar para yatırılıyor, fakat bu paranın hepsini akşama kadar harcamak zorundasın, ertesi güne transfer edilemez. Paranı kullansan da kullanmasan da hesap her akşam sıfırlanıyor. Ne yaparsın? Tabii ki hepsini harcamaya çalışırsın; Hepimiz, Zaman adlı bu bankanın müşterileriyiz;
Her sabah 86.400 saniyeye sahip oluyoruz; yarına transfer edilemez, Her sabah hesabımız dolar, her akşam boşalır. Geri dönüş yok, saniyelerini şu anı yaşayarak harca, en iyisi bunlarla yatırım yap.
Mutluluk, sağlık ve başarı için. Zaman kaçıyor. Her gün için en iyisini yap.

Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor.
Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek doğuran anneye sor.
Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe,
Bir saatin değerini anlamak için, kavuşmayı bekleyen sevgililere sor.
Bir dakikanın değerini anlamak için, trenin kaçıran yolcuya sor.
Bir saniyenin değerini anlamak için, bir kazayı önleyemeyen sürücüye sor.
Bir saniyenin yüzde birinin değerini anlamak için olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor.
Her anını değerlendir, her dakikanı çok özel biriyle paylaş. Zamanına ortak edebileceğin kadar özel biriyle.
Unutma! Zaman hiç kimse için durmaz. Geçmiş zaman tarihtir. Gelecek zaman sırlar, mechullerle dolu.
Sadece şu an sana verilen gerçek bir armağandır.
Bu hafta dostluk haftası olsun. Arkadaşlar bulunmaz mücevherlerdir. Bizi üzerler, cesaretlendirirler ve zaman zaman avuturlar. Kalplerini bize açarlar. Arkadaşlarına, onları sevdiğini göster.
Arkadaşlık mesajını herkese gönder, cevap alırsan bütün hayatın için bir dostun bulunduğunu anlarsın.
Onlara ne kadar çok ihtiyacın olduğunu ve senin için ne kadar önemli olduklarını dikkatle denersen görürsün....

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Kaldırımlar - Necip Fazıl Kısakürek


Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.



Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.



İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözünü mil çekilmiş bir ama gibi evler.



Kaldırımlar,çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur,ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.



Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!



Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim yol gitsin;
İki yanımda aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak,tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler.



Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları



Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...




18 Temmuz 2010 Pazar

Musalla Taşı - Can Dündar

Bir zamanlar bir psikoloji kitabında okuduğum bir bölüm vardı...


Hayatın ve getirilerinin kıymetini anlamak için tavsiye edilen bir metod vardı içinde..

Deniyordu ki; "arada bir, çok bunaldığınızda,hayatın sizin için çekilmez hale geldiğini düşündüğünüzde kendinize 10 dakika ayırın ve kendi cenaze töreninizi düşünün"...

Cümleyi ilk okuduğumda çarpılmıştım...

Ben girişin akabinde pozitif bir gelişme ve tavsiye bekliyordum...

Ama " kendi ölümümüzü ve cenazemizi " düşünmemiz tavsiye ediliyordu...

Tüylerim diken diken oldu ve yazarın saçmaladığını düşündüm o an...

Ama önyargı düşmanı biri olarak okumaya devam ettim...

Özellikle insanların sizin için neler söyleyeceklerini, onlar için ne ifade ettiğinizi hissetmeye çalışın...

Diyordu ki; " bunları düşündüğünüzde dünyadaki yerinizi, dünyayı terkettiğinizde oluşacak boşluğu, sevdikleriniz ve sizi sevenler için öneminizi anlayacaksınız...

O andan geriye dönme şansınız olmadığını, hayat denen kredinizin bittiğini ve onlara yanıt verme şansınız olmadığını düşünün...

Tekrar sarılma, bir kez daha öpme ihtimalinizin bittiğini hissedin...

Dünyadaki küslüklerin, ayrılıkların, kavgaların

yanında bu acının ve geri dönülmezliğin korkunç çaresizliğini yaşayın...

Bırakın canınız yansın, bırakın alevler içinde kavrulsun tüm ruhunuz...

Orada, o musalla taşında düşünün kendinizi...

Seyredin şu an çevrenizde olanların yüz ifadelerini...

Akıllarından ve yüreklerinden geçen cümleleri hayal edin...

Kitaba devam etmeden bıraktım kenara ve gözlerimi kapatıp aynen düşünmeye başladım...

Eşimi, oğlumu, annemi, babamı, kardeşlerimi ve diğer tüm

çevremi oturttum tek tek kendi cenaze törenimdeki yerlerine...

Birer birer yerleştirdim tabutumun çevresine hepsini...

Hayatımda çok nadir bu kadar canım yanmıştı...

Görüyordum işte "babaaaa..." diye ağlayan biricik oğlumu...

Eşim kucağında "ağlayan emanetimle" ayakta durmaya çalışıyordu per perişan...

Koca çınar babacığım, belli belirsiz dualar okuyordu, o gözümden hala gitmeyen vakur duruşuyla...

Annem, ciğerinden bir parça canlı canlı koparılmış gibi hem içine hem dışına akıtıyordu gözyaşlarını...

Kardeşlerim, akrabalarım "çok erken gitti, doyamadı oğluna.." diyordu acıyan ses tonlarıyla...

Ve dostlarım... Onlar da şaşkındı...

Bazısı "daha dün birlikteydik, nasıl olur.." diyordu...

Sonra anladım yazarın ne demek istediğini daha devamını

okumadan kitabın...

Bunları seyredip onlara "hayır ölmedim, burdayım.." demek istedim hayal olduğunu unutup...

Farkındalık önemli bir kavramdır psikolojide...

Belki de hiç aklımıza gelmeyen ve gelmeyecek bir farkındalığı göstermek istemişti yazar...

Kitabı okumaya ne gücüm kalmıştı, ne de isteğim...

Almam gereken dersi ve mesajı almıştım...

Şimdi ne kitabın adını ne de yazarı hatırlamıyorum...

Şu an bunları yazarken bile çok kötü oldum...

Bu olayda tek farkındalık da yok üstelik...

Biraz kendime geldikten sonra devam ettim hayatımın en zor hayaline...

Sırada çevremdekilerin ölümümün akabinde neler söyleyecekleri vardı..

Usulen ve nezaketen söylenenlerin dışında...

Onlarda bıraktığım izleri, yaşananları ve yaşanamayanları elden geçirerek

ben konuşturacaktım hayalimde...

İçlerini okuyacaktım, senaryo bana ait olarak...

Yaşarken neler yazmıştım, ölümümle neler okuyacaktım...

Gerçek duygularıydı ulaşmaya çalıştığım, ölüm acısının etkisiyle girilen duygusal mod değildi, deşifre etmem gereken metin...

Canım oğlumun söyleyecek çok şeyi yoktu...

Özleyecekti, yokluğumu hissedecekti..

Ağlayacaktı aklına geldikçe...

Belki ölümün ne anlama geldiğini hissedecek yaşa gelinceye kadar sıradan bir üzüntünün ötesine geçmeyecekti duyguları...

Ama hayal bu ya, 18-20 yaşına getirdim 2 saniyede oğlumu...

"hayal - meyal hatırlıyorum be baba seni...

Keşke şimdi yaşıyor olsaydın da erkek erkeğe sohbet etseydik seninle...

Bak mezuniyet törenimde de babasızdım...

Askere giderken kimin elini öpeceğim senin yerine...

Diyecek canı yanarak bir köşede...

Sevgili eşim... Benim muhteşem hatunum...

Nasıl dayanır bensizliğe?...

O ki, benim için her şeyini feda edip koşmuştu bana...

Hayatının tek adamı şimdi toprak olacaktı...

Bir daha " Seni seviyorum " diyemeyecekti...

Bir daha hevesle açamayacaktı çalan kapıyı...

Ve her gelen gece bensizliğini haykıracaktı yüzüne...

Her sabah da bensiz başlayacaktı koca gün...

Tek cümlesi takıldı o an içime;

" Oyunbozanlık yaptın be böceğim, hani beraber ölecektik ?..."

Babam-annem,o bugüne kadar evlat olarak mutlu edecek hiçbir şey yapamamanın acısıyla kahrolduğum güzel insanlar...

Helaldi şüphesiz hakları...

Bilerek hiç kırmamıştım onları...

Üzerine titredikleri evlatları onlardan önce göçmüştü işte önlerinde ve dualarına muhtaçtım....

Kaç anne ve babanın çekebileceği bir acıydı ki evladının cenazesinde bulunmak...

Herhalde insanın uzun yaşadığına üzüldüğü nadir

anlardan olsa gerek...

Diğerlerine geçmiyorum...

Bu yazıyı şu an yazıp sizlerle paylaştığıma göre

"diğerlerine" artık sizler de dahilsiniz...

Düşünün, bir gün bir mail ulaşıyor mail-boxınıza "ölmüş“ diye...

Sizler kimbilir neler düşünür ve yazardınız...

Eşim şu an yanımda ağlıyor, sanki gerçekmiş gibi...

Oysa ki yazarın amacı "Yaşamanın ve hala nefes alıyor almanın kıymetini" göstermekti...

Benim de öyle...

Lafı çok uzattım farkındayım...

Ama dediğimiz çözümü zor süreç 2 satırla özetlenemeyecek kadar girintili çıkıntılı...

Ben o gün kurduğum o hayalle,canımın tüm yanmasına rağmen

YENİDEN DOĞDUM...

Bilgisayar diliyle "format attım hayatıma"...

Sahip olduklarımın farkına vardım ve hala nefes alıyor olduğum için şükrettim...

Gözlerimi açtığım anda o kötü ve acı sahne bitmiş,

oyun perde demişti...

Peki ya hayal değil de, gerçek olsaydı ve perde bir daha açılmamak üzere kapansaydı...

Belki gerildiniz, kötü oldunuz ama devamını

getirirseniz buna değer bence...

İşte bu final bu yazıyı buraya kadar okumanıza değmiş olmalı...

Ben bu akşam melankoliğim ve biraz abartmış olabilirim...

Hani sanatçı ve şairiz ya ondandır belki...

Bence bu yazıyı sadece okuyarak bırakmayın...

LÜTFEN ARADA BİR, BURADAN ALDIKLARINIZI TARTIN, DÜŞÜNÜN VE HAYATINIZI GÖZDEN GEÇİRİN...

Ölümün kime ve ne zaman geleceğini Yüce Allah' tan başka bilen yok...

İşte bu yüzden hazır yaşıyorken ve nefes alıyorken yapabileceklerinizi yapın, ertelemeyin...

Sizi sevenlere ve sevdiklerinize daha fazla zaman ayırın...

Bilerek - bilmeyerek kırdığınız kalpleri tamir edin... Ve en önemlisi;

VERDİĞİ-VERMEDİĞİ, ALDIĞI-ALMADIĞI HERŞEY İÇİN, TEKRAR TEKRAR ŞÜKREDİN YÜCELER YÜCESİ YARADAN'A

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Ölünün Odası - Necip Fazıl Kısakürek


Bir oda, yerde bir mum, perdeler indirilmiş;

Yerde çıplak bir gömlek, korkusundan dirilmiş.

Sütbeyaz duvarlarda, çivilerin gölgesi;

Artık ne bir çıtırtı, ne de bir ayak sesi...

Yatıyor yatağında, dimdik, upuzun, ölü;

Üstü, boynuna kadar bir çarsafla örtülü.

Bezin üstünde, ayak parmaklarının izi;

Mum alevinden sarı, baygın ve donuk benzi.

Son nefesle göğsü boş, eli uzanmış yana;

Gözleri renkli bir cam, mıhlı ahşap tavana.

Sarkık dudaklarının ucunda bir çizgi var;

Küçük bir çizgi, küçük, titreyen bir an kadar.

Sarkık dudaklarında asılı titrek bir an;

Belli ki, birdenbire gitmiş çırpınamadan.

Bu benim kendi ölüm, bu benim kendi ölüm;

Bana geldiği zaman, böyle gelecek ölüm...

15 Temmuz 2010 Perşembe

Sen Gidince Efendim - İskender Pala

Sevgili!


Sen gitmiştin.Koyup bir başımıza, bırakıp pak ellerimizi, gurbetlerine salmıştın bizi

Yetim kaldık, öksüz kaldık ve ellerimiz kirlendi yokluğunda

Sen gitmiştin

Ayrılıkların dilini hece hece ağlıyoruz şimdi

Akşamlar iniyor dağlara ve hasretimiz yankılanıyor yamaçlarda



Sevgili! Nasıl iltica edelim sana ;

huzuruna nasıl varalım, yalvaralım?!

Ve duyurabilsin mi sesini!?

Efendim, duyar misin sesimizi?



Sevgili! Sen aşk ikliminde sultan, sen güzellik şahikasında dolunay, sen vefa göğünde hilal

Biz bir bakışının dilencisi,

biz dolunay tutkunları,

biz bayramı gözleyen oruçlar

Güzellik ordusunun hakanı sen, gam ruzigârinda gedalar biz

Sen imrenme, biz ayıplanma

Sen özüsün varlığın ve biz varlık iddiasında küstah yoksullar

Sen sabah yıldızlarının ışığı, biz gaflet uykusunda kervancı

Dert ve keder denizinde çığlık çiğliğayiz biz,

kumrular ve bülbüller seni bestelemekte oysa

Çığlıklarımızı bestelere karıştırıver efendim,

düşkünlerine, savrulmuşlarına kulak ver

İtivermezsin elinin tersiyle bizi, degil mi efendim?



Sevgili! Sen gitmiştin

Yokluğunda kaybettik önce varlığımızı ve sonra yok eyledik aklımızı da

Hasretinle akan zamanlarda cevherimiz özden, madenimiz

ırmaklarımız mecralarında susuzluğa mahkum edildi

Sen gitmiştin

Çelik mermere çarptı, iradeye ateş düştü yokluğunda

Hasretinden akıllar yitirildi efendim,

gönüller gölgelere düştü

Kucak kucağa güneşlerimiz söndü,

dudak dudağa denizlerimiz kurudu

ve sen gitmiştin efendim

Sen gitmiştin

Seninle birlikte her şeylerimiz gitti

Şehitlerimiz kefenlerinden sıyrıldı senden sonra;

kanlarımız sahralar doldurdu

Kelimelerimiz anlamlarını yitirdi,

kutlu erlerimiz tutsak oldu nefis ordularına

Hiçbir şey kazanmadık ayrılığında, efendim,

hiç kâr elde edemedik

Aldandık, hep aldandık

Delilimizi yitirdik, delillerimizi yitirdik

Dillerimiz dilim dilim edildi efendim

Bize sevmeyi unutturdular ilkin;

sonra sevginin ne olduğunu

Kendi gönlüne ihanet edenlerimiz, gönlün kendisine ihanet ediyorlardı artık

Vurgunlar yedik pes pese efendim

Ve sen gitmiştin



Sevgili! Sen gitmiştin

Biricik sığınağımız, varlığımızın övüncü, yüz akımızdın Hayırları söyleyip gitmiştin,

biz ser işler olduk

Uzun uzun emellere kapıldık,

kapılanıp kaldık umutların kapısında

Yolunda yürümekten üzerimize düşen,

baş kaldırdık önce ve sonra yıkılışlar gördük hep efendim

Ellerimiz vardı açıldıkça dolan, uzandıkça verilen;

böğrümüzde kaldı ellerimiz

Hanım idik halayık olduk;

bay idik köle edildik

Sen gitmiştin

Yanmış igsilerle kara bahtımıza kara resimler çizdiler

Aşk dervişleri avare, pejmürde, hercâyî rüzgârlara kapıldılar,

dönüşlerinin ahengini kırdılar

Bölük bölük kadınlarımız,

grup grup erlerimiz,

demet demet çocuklarımız,

kimi güler, kimi ağlarken yitirdiler kendilerini

Ve sen gitmiştin efendim



Sevgili!

Hani bir aşk idin, bir güzellik idin sen, güzellikle askın kesiştiği prizmada

Güzelliğin cihanı gösteren bir ayna;

aşkın o aynanın cilası idi hani

Güzelliğin olmasa efendim,

aşkı hiç bilmeyecekti cihan;

aşkın olmasa güzelliği hiç anlamayacaktı

Aşk pazarında mezat hep güzelliğine;

güzellik yurdunda yollar hep aşkına durmuştu efendim

Ve sen gitmiştin



Sevgili!

Derd ile ağlayandın; hem derde salandın!

Gönül yurdunda çaresizlerin çaresi, hastaların merhemiydin

Saadetle yasamış, saadet çağını yaşatmıştın

Suretleri ve canları iman ile sen şekillendirmiş,

"Lâ" ile "Illa"yi i'câz ile sen dillendirmiştin

Sen gidince, ey sevgililer sevgilisi, güvercinlerimiz tuzaklara esir düştü;

Hüdhüdlerimizin mil çekildi gözlerine

Artık düşmanlarımız dostlar arasında;

dostumuz düşman içinde

Divanelere döndük, yaya kaldık yolunda

Kendimizi unuttuk, seni bilmez olduk

Sana muhtacız!

Sana en fazla muhtacız

En fazla sana muhtacız

Uyandır bizi uykumuzdan



Gel ey sevgili! Bir gelişle gel, bir gülüşle gel

Doğ ufkumuza, sar dünyamızı, gir gönlümüze yeniden

Sana muhtacız



Sana en fazla muhtacız

13 Temmuz 2010 Salı

Yağmur'un Duası - Nurgül Özcan


Karanlık bir mekândayım. Karşımda kısa saçları, iri siyah gözleriyle bana bakan on dokuz yirmi yaşlarında incecik bir genç kız. Simasında çözemediğim karmaşık bir ifade, benzi sapsarı...

Bu kızı bir yerden hatırlıyorum; ama nereden hatırladığımı çıkaramıyorum. Genç kız sanki kendinde benden bir parça taşıyor gibi... Ruhu ruhuma o kadar yakın. Çaresiz bakışlarla gözlerime bakıyor. Titreyerek; “Beni kurtarın, yalvarırım bana yardım edin.” diyor. Bana uzanan ellerini tutmak için ellerimi uzatıyorum; ama tutamıyorum.

Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu. Genç kızın gözlerindeki mânâ sanki hâlâ gözbebeklerimdeydi. Kimdi bu kız? Kulaklarımda, “Beni kurtarın, yalvarırım bana yardım edin.” cümlesi yankılanıyordu. Rüyada çıkartamadığım sesin sahibini kendime geldiğimde hatırladım. Bu ses, eski talebelerimden Yağmur’a aitti. Yağmur dört yıl önce okuldan mezun olup, yurtdışına ailesinin yanına gitmişti. “Hayırdır inşallah!” diyerek, ellerimi açtım, Yağmur’a dua ettim.

Aradan iki ay gibi bir zaman geçti. İstanbul’da kış bitmek üzereydi; ama dışarıda tipiden göz gözü görmüyordu. Çok yorgundum. Birden kendimi sisli ve karanlık bir atmosfer içinde buldum. Önümde dört-beş metre uzunluğunda kocaman bir mezar, içinde ise boyu bütün mezarı kaplayan kapkara bir erkek cesedi vardı. Korkudan, olduğum yere mıhlanmıştım. Mezarın içinden alevler yükselmeye, aynı anda gençler mezarın içine atlamaya başladı. Ardı arkası kesilmiyordu atlayanların. Güle oynaya mezarın bulunduğu yere geliyor, koşarak, kahkahalar atarak mezara atlıyorlardı. Çıldıracak gibiydim. Gençleri engellemeye çalışıyordum. Kiminin yakasından, kiminin sırtından yakalayarak, “Çocuklar ne yapıyorsunuz, burası cehennem çukuru, kendinizi mahvediyorsunuz!” diye çığlık çığlık bağırıyordum. Hiçbiri beni anlamıyor, hepsi mezara atlamaya devam ediyordu. Bir müddet sonra gençlerin benim dilimi anlamadığını ve yabancı dil konuştuklarını fark ettim. “Bir çare bulmalıyım, bu çocuklara yardım etmeliyim.” diyerek -teşbihte hata olmasın- Hz. İsmail’in (as) annesi gibi su bulmak için sağa sola koşturuyordum. Mezarın beş-on metre ilerisinde Yağmur’u gördüm. Donuk bir ifadeyle alevlerin ortasındaki mezara bakıyordu. Bir ilham eseri olarak, Yağmur’un aklından geçenleri okudum. Kendini mezara atmak istiyordu. Koşarak yanına yaklaştım, iki elimle yakasından tuttum ve bağırmaya başladım: “Haaayıııır! Sen kendini buraya atamazsın, biz sana buraya atlamaman gerektiğini öğretmedik mi? Haaaayııııır!! Bak bu gençler benim dilimi anlamıyor. Sen bunların dillerini biliyorsan, yalvarırım onlara buranın cehennem çukuru olduğunu açıkla. Yoksa bilmeden güle güle cehenneme gidiyorlar.” Yağmur ifadesiz gözlerle öylece yüzüme baktı. “Biraz üzerinde hakkım varsa bu çocuklara yardım et ne olur!” dedim. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Ellerimi bıraktı gençlere yaklaştı, yabancı dille onlara bir şeyler söylemeye başladı. Onu dinleyen gençler mezara atlamaktan vazgeçtiler. Bir anda mezarın içindeki alevler söndü ve mezar çiçekli bir bahçeye dönüştü. Sevinç gözyaşları dökmeye başladım.

Aradan altı ay kadar bir zaman geçmişti. Türk gençlerine konferansların verileceği bir seminer programı için yurt dışına çıktım. Akşamları, gündüz ele alınan konular hakkında gençlerin sorularını cevaplandırıyorduk.

Seminerlerin bitmesine dört gün kalmıştı. Bir öğle yemeği sonrası, kalabalıktan uzakta tenha bir köşede çayımı yudumluyordum. Yanıma temiz yüzlü, güler yüzlü bir genç kız yaklaştı. Yarım yamalak Türkçesiyle; “Affedersiniz, sakıncası yoksa yanınıza oturabilir miyim?” dedi. Sakıncası olmadığını belirttim. “Adım Şeydâ. Ben, aslında sizi daha önceden tanıyorum.” dedi. Tebessüm ederek; “Arkadaşım Yağmur bana sizi çok anlattı. Seminer programında isminizi görünce çok mutlu oldum. Konuşmanızı beğenerek dinledim. Keşke Yağmur da burada olsaydı.” diye devam etti. Yağmur ismini duyunca duygularım allak bullak olmuştu. Elimdeki bardağı masaya zor bıraktım. Gördüğüm rüyalar gözümün önünden geçti. Şeydâ’dan Yağmur’un telefon numarasını aldım. Biraz sohbet ettikten sonra, koşar adımlarla kaldığım odaya çıktım, titreyerek telefon numarasını çevirmeye başladım. “Alo!” Yağmur’un sesini duyunca heyecanlandım. “Yağmur’la mı görüşüyorum?” Şaşırmış bir ses tonuyla; “Evet. Ben Yağmur, siz kimsiniz?” dedi. İsmimi söyledim. “Hocam, siz, siz!” Ses kesilmişti. Ağlıyordu... Bir müddet bekledikten sonra ürkek bir ses tonuyla “Buralarda mısınız, hangi şehirdesiniz, daha ne kadar kalacaksınız?” dedi. Bir-iki dakika konuştuk.

Ertesi gece geç bir vakitte odamın kapısına vuruldu. Kapıyı açtığımda gözlerime inanamadım; karşımda Yağmur duruyordu. Birbirimize sarıldık ve uzun müddet hıçkırıklarımız birbirine karıştı. Aradan geçen yıllar onu ne kadar değiştirmişti; yüzü, gözleri, saçları… Bu, dört yıl önceki çocuk muydu? Zayıflamış, kılığı kıyafeti tamamen değişmiş, sanki bambaşka bir dünyanın insanı olup çıkmıştı. Ayağında dar bir kot pantolon, üzerinde dağınık görüntülü bir ceket vardı. Saçları erkek saçından daha kısa kesilmişti. Üstündeki sigara kokusu, odanın tamamını kaplamış, sanki onun gelmesiyle odaya alaca bir karanlık çökmüştü.

Önce konuşmakta zorlandı. Sonra alıştı, sabaha kadar ben sordum, o anlattı. O anlattıkça, ben gördüğüm rüyaları hatırlıyor, Allah’ın varlığını bir defa daha iliklerime kadar hissediyordum. Yağmur’un başına neler gelmişti neler... Altı ay önce kâbuslarımın başkahramanı olan Yağmur şimdi karşımdaydı. İlâhî İrade beni Türkiye’den almış ve bu çocuk için binlerce kilometre uzaktaki bu ülkeye getirmişti. Karşımda konuşan genç kıza baktım; o hem ağlıyor hem anlatıyordu: “Hocam ben çok kötü insanlarla karşılaştım. Nasıl oldu bilmiyorum, her şey iradem dışında oldu. Önce sigaraya başladım, sonra başka kötü alışkanlıklarım da oldu. Geceleri yalnız kaldığımda, Türkiye’deki okulumu, arkadaşlarımı, sizleri, sizlerin bize ahlâk ve edeple ilgili anlattıklarınızı hatırlıyordum. Kendimden tiksiniyordum. Dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Gözlerimi kapatıyordum. Allah’ı (cc), Âhiret’i, okulda öğrendiğim güzellikleri ve sizi düşünüyordum. ‘Ya Rabbi, benim sana dua edecek yüzüm yok. Ne olur hâlimden hocalarımı haberdâr et. Bana dua etsinler. Onların duasını Sen kabul edersin. Beni bu karanlıktan kurtar. Bana güç ver, bana yardım et!’ diye dua ediyordum. Canım hocam Allah dualarımı kabul etti. Siz şimdi karşımdasınız, ne olur beni bırakmayın, yalvarırım bana yardım edin...” dediğinde sabah namazı vakti girmişti. İkimiz de çok yorulmuştuk.

Ertesi gün eşimi arayıp, yurtdışı programımın bir müddet daha uzadığını söyledim. Takip eden bir ay içinde hem kursa gittim, hem de Yağmur’la birlikte yorucu günler yaşadım. Yağmur öyle ağır bir imtihandan geçiyordu ki, zaman zaman kaybedeceğini düşünüp, çaresiz kalıyordum. Bulunduğu çevreden uzaklaşıp yeni bir çevreye girmesi hiç kolay olmadı. Onun çaresizliğini izlerken, bir yandan da alışkanlıkların insanı nasıl esir ettiğine şâhit olup, Allah’a ‘alışkanlıklarımızın esiri olmamamız’ için dua ediyordum. İnsan olmayı idrak etmek, aklın sınırlarının çok ötesindeydi. İnsan olmak, insan olmanın emanetini taşımak ne kadar ağırdı!

Bir akşam Yağmur yanımda kitap okuyordu. Bana dönüp “Bakar mısınız, bu âyet benim ve benim gibiler için inmiş sanki.” dedi. Bahsettiği; “Her şey helâk olup gidicidir. O’na bakan yüzü müstesnâ. Hüküm O’na aittir; siz de O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88) âyetiydi. Kitabı okumaya devam etti: “Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî cümlesi bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi mâsivâdan tecrit ediyor, kesiyor.” Tebessüm ederek; “Biliyor musunuz hocam, bu cümle bana çok derinden tesir etti. Mâsivâ; Allah’tan başka her şey mânâsına geliyormuş. Bâkî de Allah’ın, ebedî ve sonsuz mânâsına gelen isimlerindenmiş. Ben de Allah’a yakınlaşmak, kalbimi beni O’ndan uzaklaştıran her şeyden arındırmak için mânevî bir ameliyat yaşıyorum. Kalbimde Allah’tan başka bir şey kalmasın diye savaşıyorum. Bu ameliyat çok ağır hocam, canım çok acıyor. Fakat ümitsiz değilim. Rabb’imden ne kadar utansam da, O’ndan ne kadar uzak olsam da, bana tekrar sonsuz rahmetini arzu etme duygusunu yaşattığı için bahtiyarım. Kendimden nefret ediyordum. İçimden bir ses kulağıma sürekli olumsuz cümleler fısıldıyordu. ‘Senden hiç bir şey olmaz, hangi yüzle dua ediyorsun?’ diyordu. Şimdi öyle değil. Daha farklı duygular içindeyim. Yine kendime güvenmiyorum; ama O’ndan utanıp, O’na sığınmaktan mânevî bir haz duyuyorum. O’ndan uzak karanlık günlerime dönmekten çok korkuyorum. Beni buralara kadar getiren gücün, günahkâr ellerimden tutacağını, beni yarı yolda bırakmayacağını hissediyorum. Sonra Allah Resûlü’nün (sas), ‘Benim şefaatim ümmetimin günah-ı kebâir (büyük günah) işleyen kısmınadır.’ hadîsiyle içime huzur doluyor. Önceleri sizden ayrılınca ne yapacağımı, bu mânevî mücadeleye nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Sanki siz gidince benim için her şey bitecek gibiydi. Şimdi öyle düşünmüyorum. Tanıştığım arkadaşlarımdan ayrı ayrı güzellikler görüyor, öğreniyorum. Onlarla birlikte olmak bana bütün kötülükleri unutturuyor. Sonra kitaplar… Kitaplar beni bambaşka âlemlerde dolaştırıyor.”

Elindeki kitabı kapattı. Yutkundu; “Evet Hocam! Allah sizi görevlendirdi ve siz gelip beni buldunuz. Yarın buralardan giderken gözünüz arkada kalmasın. Bundan sonra inşallah bu temiz dünyada ölünceye kadar yaşamaya devam edeceğim. Yağmurlar kaybolmasın diye elimden geleni yapacağım... Hakkınızı helâl edin hocam. Ne olur beni dualarınızda unutmayın!” “Helal olsun Yağmur! Artık ölsem de gam yemem.” dedim; ağladım, ağladım, ağladım…

Ertesi gün beni havaalanında uğurlarken, Yağmur’un siyah gözlerine son defa baktım. Yorgun ama kendinden emin bir ifadeyle; “Korkmayın hocam!” dedi. “Dua edin! Dua edin ki arkama bakmadan yoluma devam edeyim!” Ağlamaya başladı… Titreyen ellerini tuttum, sadece; “Allah’a emanetsin. Seni Güçsüzlerin Sahibi’ne, Kendine Yönelenleri Geri Çevirmeyen’e emanet ediyorum. Bâkî Olan’a, Ebedî Olan’a.” diyebildim.

Uçakta tuhaf bir ruh hâliyle, son bir-iki ayda yaşadıklarımı düşündüm. Yağmur, bizim irademizin üstündeki Mutlak ve Küllî İrade Sahibi Rabb’imizin büyüklüğünü açıkça görmeme, insan olarak da, bizim ne kadar zayıf, ne kadar aciz olduğumuzu hatırlamama vesile oldu.

Sızıntı Dergisi
Eylül-2008

Gül ile Suyun Aşkı

Günün birinde bir gülle su karşılaşır ve arkadaş olurlar İlk önceleri arkadaşlık olarak devam eder bu durum Tabiiki zaman lazımdır birbirini tanımak için Gel zaman git zaman gül o kadar mutlu olur ki bu arkadaşlıktan ve birliktelikten, mutluluktan içi içine sığmaz artık ve anlar ki suya aşık olmuştur Hayatında ilk kez aşık olan gül, burcu burcu açar ve etrafa kokular saçar Suya dönüp der ki birgün:



“Sevgili su, seni sevdiğim için böylesine değiştim, açtım ve etrafa kokular saçtım, yalnızca seni sevdim diye”


Öyle zaman gelir ki artık su da içinde güle karşı birşeyler hissetmeye başlar Zanneder ki güle aşık oldum Günler ve aylar birbirini kovalar ve gülü sevdiğini zanneden su, artık eskisi kadar ilgilenmez gül ile
Gül ise;
“Acaba su beni artık sevmiyor mu” diye düşünmeye başlar

Çünkü suyun kendisine olan bu ilgisizliği onu üzmeye başlamıştır İçin için bu soruyu sorar kendine Birgün gül suya der ki:
“Biliyor musun ben seni cok seviyorum” Su:
“Ben de seni seviyorum” der
Aradan zaman geçer ve gül yine suya: “Seni seviyorum” der

Su sıradan bir ifadeyle “Ben de” der Ama gül bu sözde sevgiyi hissedemez Bu sıradanlaşma gittikçe sürer ama gül sabırla hep
“Seni çok seviyorum ” der suya Ama artık öyle bir duruma gelir ki gül, etrafa o güzel kokuyu saçamaz ve burcu burcu açan dalları solmaya yüz tutar Kendini toparlayarak ve son kez suya:
“Biliyor musun seni hala çok seviyorum” der göz yaşları içerisinde
Su da ona döner ve yine o bildik ironik ve umursamaz edası ile:
“Üfff söyledim ya ben de seni seviyorum diye” der Gün gelir gül yataklara düşer Çok hastalanmıştır gül, rengi solmuş çehresi sararmıştır Yataklardadır artık Su ise başında bekler gülün, yardımcı olabilmek için onu çok seven ve sevdiğini her fırsatta söyleyen sevgili dostuna Ama bellidir ki artık gül ölecektir Ve son kez zorlukla başını döndürerek suya der ki:
“Biliyor musun seni ben gerçekten seviyorum ve senin bilemediğin kadar sevdim üstelik”
Çok hüzünlenir su bu durum karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır Nedir sorun diye doktora sorar Doktor muayene eder gülü
Muayeneden sonra şöyle der:
“Hastanın durumu ümitsiz, artık elimizden birşey gelmez” Su merak eder kendisini bu kadar çok seven gülün ölümüne sebep olan hastalık nedir diye, ve sorar doktora “Hastalığı nedir ki sevgili dostumun” diye Doktor şöyle bir bakar suya ve der ki:
“Gülün bir hastalığı yok dostum, hiç dikkat etmemişsin galiba sevgili dostuna, bu gül sadece susuz kalmış, ölümü onun için” der Ve anlar ki su artik, sevgiliye sadece seni seviyorum demek yetmemektedir...

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Nasibimiz neyse, rızkımız odur!.. - Hekimoğlu İsmail


Rızık, çok para kazanmak demek değildir, parayı sağlıkla yiyebilmektir. Rızık, ekmek, peynir, bal demek değildir. Rızık, midenin onu kabul etmesidir. Sakıp Sabancı yedi mi bütün malını mülkünü de gitti? Rızkı neyse onu yedi...

Vehbi Koç demişti ki: "Bir simide hasretim!" Hastaydı, yiyemiyordu. Nice zenginler tanırım ki hastalığından dolayı istediklerini yiyemez.
Ben köydeyim, her yer ağaç... Binlerce yaprak var. Hepsinin rızkı var, o rızık gelmese kuruyacaklar. Etrafa bakıyorum. Allah kediye kürk giydiriyor, yılana çok değerli deri veriyor. Bedava... Onun rızkı o! Koyun seri bir halde zehirli otların arasından zehirsizleri bulup yiyor, rızkını buluyor. Kartallar leşleri yer, ortalık tertemiz olur. Solucan lisan-ı halle diyor ki: "Ben acizim, zayıfım". Allah solucana topraktan rızık veriyor. Denizdeki balık diyor ki: "Ben elbise dikemem". Allah balığın elbisesini biçiyor, dikiyor, giydiriyor. Hem de ne elbiseler... Renk renk, süslü...
Bu sebepten Bediüzzaman Hazretleri buyurmuş ki: "Helal rızık iktidar ve ihtiyar ile mütenasiben değildir." Yani adam akıllı veya çalışkan olduğu için zengin olmuş diyemeyiz. O rızkı ona Allah nasip etmiş. Çalıştım da kazandım, demek doğru değildir. Kendini putlaştırmak oluyor.
Kurbağa ineği görmüş, ben de bunun kadar büyük olurum, demiş. Şişmiş şişmiş, en sonunda patlamış. İşte hırs budur. Hırs, zengin olmak isteyeni bitirir.
İnsan, Allah'ın Rahimiyetine ve Hakimiyetine sığınırsa rahat eder.
Servetimiz olur, rahatımız olmayabilir. Ev alırız, ağız tadıyla oturamayabiliriz. Bankada biriken paraları yiyemeyebiliriz... Hadiseler gösteriyor ki, hayat bizim istediğimiz gibi devam etmiyor.
Bu sebepten, hırslanmaya lüzum yoktur. Elbette maddeten kalkınacağız. Fakat yanlış anlaşılan bir durum var. Zengin olmak için, para kazanmak için (şahıstan devlete kadar) hırs değil, plan program lazım, üretime yönelik çalışmak lazım.
Müslüman çalışacak da kazanacak da zengin de olacak amma, helal yoldan kazanıp, fakir gibi yaşayacak. Müslümanca yaşayan bir insan, asla fakir olamaz!
Üstat, Uhuvvet Risalesi'nde bir metot buyuruyor:
"Eğer malı çok seversen, hırs ile değil, belki kanaat ile malı talep et. Tâ çok gelsin."

Ey İsrail, ağla ve çocuklarından utan!.. - İskender Pala

Bm.
"İşte bu adları geçenler, (...) Adem soyundan ve Gemide Nuh ile birlikte taşıdıklarımızın neslinden (...) İsrail neslinden, hidayete erdirdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdendir.(...) Sonra bu (...) salih kimselerin ardından (öyle kötü) bir nesil geldi ki (...) azgın isteklerine uydular; bunlar cehennemdeki Gayya vadisini boylayacaklardır (Kur'an, Meryem/58-59)."

Kaldır başını topraktan ey İsrail!.. Allah'ın izniyle beni duy ve sana yine senden olanların yaptığı vahşeti anlatırken anla beni. Bütün insanların gözü önünde yapılan zulme bir bak!.. Bak ve çocuklarından utan!..
Kaldır başını topraktan ey İsrail!.. Gazze'ye bir bak. Senin adını taşıyan sırtlanların sana yakışmayacak şekilde insanlık onurunu parçalayışlarına bir bak. Güzeller güzeli Yusuf için ağladığın yurtlarda iyiliğin Yusuflarına kıyan oğullarına bir bak. Bak ve oğullarından utan!..
Kaldır başını topraktan ey İsrail!.. Tek arzusu senin yurduna ekmek götürmek olan, senin kutlu hatırana, Filistin yurdundaki acıları dindirmek olan insanların trajedisine bir bak!. Bak ve "Allah hükümran olsun!" anlamına gelen adının hilafına masumlara karşı zulmü hükümran kılan çocuklarından utan!.
Kaldır başını topraktan ey İsrail!... Bir zamanlar ayak izlerini bıraktığın beldelerde yaşanan acıya ve o acıyı dindirmeye yola çıkan gemilerden denize karışan kanlara bir bak. Ciğer paren için gözlerine kara suların indiği hasret yurdunda sürüp giden acılara, ırmak olan göz yaşlarına, köpüklü suları boyayan kanlara bir bak... Bak ve elinde sopadan gayrı müdafaa silahı olmayan masumlara mermiler yağdıran canavarlaşmış torunlarından utan!..
Kaldır başını topraktan ey İsrail!.. Bir zamanlar kaybolan oğluna ağladığın Hüzünler Evi'ne (Beytü'l-Ahzen) bir bak!.. Bak ki Hüzünler Evi bir tane değil artık; bak ki çocukların senin adını kullanarak binlerce yürekte Hüzünler Evi açmaktalar. Bak ki Hüzünler Evi Filistin'den dünyaya yayıldı, çocuklarının marifetiyle dinini yaydığın yurtların her köşe başında bir Hüzünler Evi, her evde insanlığa hasret, insaniyete hasret parçalanan yürekler...
Kaldır başını topraktan ey İsrail!.. Bir zamanlar kundağında süt kokusunu koklayıp bağrına bastığın Yusuf'unu emziremeyen Rahil'in acısını duy. Duy ve Laya'nın çocukları yüzünden şimdi Yusuf yüzlü bebeğini emzirmeye sütü kalmayan Rahil'lerin memelerinden kanların damlayışına ağla!.. Ağla ve artık çocuklarından utan!.. Hani bir zamanlar kardeşleri Yusuf'a da zulmeden canavar ruhlu çocuklarından... Hani hakkı batıla çevirmek için masumiyet gömleğine kurt kanı bulaştıran çocuklarından... Ve onların bugün vahşi kurtları bile aratmayacak yırtıcılıklarından utan!..
Kaldır başını topraktan ey İsrail!.. Kaldır başını ve vahşet karşısında gözleri ve kalpleri kör olan çocuklarına bir bak!.. Sen ki Rahman olanın "Muhsin" elçisi iken senin adına hükümet ederek senin temiz adını kirletenler bu vahşet genlerini senden almış olamazlar. Onun için ya reddet bunları evlatlıktan, yahut Yusuf'un gömleğini yeniden tutuştur ellerine. Ta ki gözlerine sürsünler, ta ki olmayan vicdanlarına ve yüreklerine sürsünler ve vahşetle kör olan gözleri yeniden görsün.
Kaldır başını topraktan ey İsrail!.. Sen ki sabır timsali Eyyub'un yeğeni, İshak ile Refeka'nın oğlu ve Allah dostu Hanif İbrahim'in torunusun. Sen ki Allah'ın seçtiği kutlu kullardan, salih amel üzre elçilerden, saf ve berrak yaratılışlı nebilerdensin. Sen ki sınavlar aşıp geçtin, hasretler çekip piştin. Senin adın Ken'an'da "huzur" olarak anılırdı bir vakitler, neslin insanlara hidayet dağıtırdı. Sen ki "Tanrı'nın halkı" demek olan İsrail adını taşırdın, ve sen ki benim dilimde hâlâ "Yakup (Allah'ın kulu)" olarak anılırsın. Sahi İsrail, sahi bu insanlıktan yoksun vahşiler, bu yırtıcı sırtlan nesli senin çocukların olabilir mi?
Ey İsrail!.. Biz seni çok seviyoruz. Lakin bazı çocuklarından şikâyetçiyiz. Hani Yusuf ile Bünyamin'e bile insanlık dışı muameleleri reva gören çocuklarından... Şimdi dünyanın gözü önünde senin adını kirletenlerdir onlar ve yeryüzünde senin adını kirletmeye vahşice devam ettikleri sürece de şikâyetçi olacağız. Bütün dünya da şikâyetçi olacak hatta!.. O halde kaldır başını topraktan ey İsrail!..

01 Haziran 2010, Salı
Zaman Gazetesi

11 Temmuz 2010 Pazar

Şaşırdım Kaldım İşte - Yavuz Bülent Bakiler


Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla
Bazan sessiz sedasız ipekten kanatlarla
Ama sen hep bin yıllık bilenmiş inatlarla
Karşıma çıkıyorsun en serin imbatlarla
Adını yazıyorsun bulduğun fırsatlarla
Yüreğimin başına noktalarla, hatlarla
Başbaşa kalıyorum sonunda heyhatlarla
Sözde, senden kaçıyorum doludizgin atlarla.



Ne olur bir gün beni kapında olsun dinle
Öldür bendeki beni sonra dirilt kendinle
Çarpsan karasevdayı en azından yüzbinle
Nasıl bağlandığımı anlarsın kemendinle
Kaç defa çıkıp gittim buralardan yeminle
Ama her defasında geri döndüm seninle
Hangi düğüm çözülür, nazla, sitemle, kinle
Ne olur bir gün beni, kapında olsun dinle.



Şaşırdım kaldım işte, bilmem ki n'emsin?
Bazan kızkardeşimsin, bazan öpöz annemsin
Sultanımsın susunca, konuşunca kölemsin
Eksilmeyen çilemsin
Orada ufuk çizgim, burda yanım yöremsin
Beni ruh gibi saran sonsuzluk dairemsin
Çaresizim çaremsin.

Şaşırdım kaldım işte bilmem ki n'emsin?

Hayatı Yarışmak - Atalay Demirci

Hayatı yaşamak ile hayatı yarışmak arasında ki farkın, çokça yaşandığı güzel ülkemde,


İnsanımız mutluluğu, kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi misali aradığından olsa gerek, her zaman telaşlıdır.
Her yeni gün yaşamayı düşündüğü başka bir telaşı akşamdan planlamak, bu yarışın en önemli kuralıdır.
Onun içindir ki

“Nasılsın” sorusuna, “koşturuyoruz işte ne yapalım”,

diye cevap veren, başka bir millet duyamazsınız.

Daha 3 yaşındayken başlar ülkemde, telaşlı yaşama geçiş.
Kendisini kreş servisinde bulur, henüz uykusunu alamamış bebiş…

Mutsuz ve de şaşkın bakışlar atar etrafına; birazdan terk edileceğini hissetmiştir sanki…

Bir yandan da konduramaz aslında bu ayrılığı, kucağından hiç ayrılmadığı annesi…
Belki de ilk terk edişidir annenin yavrusunu. Ona daha zordur aslında ama neylersin, çalışmak zorundadır anne. Çünkü sadece babanın koşturması yetmez memleketim de.
Nereden baksan sarsıntı, nereden baksan hazindir bu ayrılık.

Ama yine o telaşlı yaşamda, kendine verilen rolü yaşaması icap eden kreş öğretmenleri kanıksamıştır artık, her yıl yaşanan bu trajediyi. Uyarırlar çocuğu ve anneyi,
“Annesi, bak seni ağlarken görürse, daha kötü olur çocuk. Bırak 5 dakika sonra dalıp oyuncaklara, unutur seni. Merak etme sen. Hadi git işine gücüne.

Rahat ol çocuğun, emin ellerde
Yani bir şeyleri bulunca anneyi unutmak, farkında olmadan, daha 3 yaşındayken öğrendiğimiz ve ileride mutlaka bilinçaltımıza yerleşen, sıkıntı verici bir duygudur.

Ve sorumlusu da ne yazık ki, annemizin her ay alacağı soğuk yüzlü bordrodur.
Çok güzel yanları vardır elbet okul öncesi eğitimin belki,

Ama sevginin, okul öncesi, teneffüs arası, okul sonrası yok ki…

Ama insanoğlunun en önemli özelliklerinden birisidir alışmak.

Kimisi erken, kimisi geç ama eninde sonunda alışmak…

Çabuk alışır çocuk kreşe…

Oyuncaklar, arkadaşlar, derken hayatı oradan ibaret yaşamaya başlar

ya da yaşadığını sanmaya.

Bünyesi daha o yaşlarda telaşlı yaşama hazırdır artık.

Erken yatıp erken kalkmak zorundadır, buz gibi havalarda annesinin sıcak elinden tutarak şoför amcayı beklemek, servisteki herkese gülücükler atmak ve “ne tatlı şey” olmak…

Yolculuğun sonuysa o bildik ayrılık…

Ama gelecektir anne hava kararınca, nedendir ki bu hüzün kreş öğretmenince…!

Onun da aslında inanamadığı bu cümlenin anlamsızlığını ay sonunda annenin eline geçecek para daha da anlamsızlaştırır ama şaşırmaz anne miktarı görünce nedense…

Ve nedendir bu hüzün sorusunu soran da 3 yaşında yaşamıştır bu hüznü ama

güzel özelliğidir insanın hüzünleri unutmak…

“7 çok geç, 5’te buluşalım çocukları okula göndermede kampanyaları”

hep acı vermiştir bana…

Çocukluğunu yaşayabileceği bir mahallesi bile olmayan,

apartmanların arasında sıkışıp kalan çocukluğunu, nerede bulacağını bile bilmeyen çocuk, okul da zanneder çocukluğunu ve yazıktır ki ilk gün anlar öyle olmadığını…

Okul Müdürü çok da net ses vermeyen mikrofona “füüü” derken,

çocuğun kurduğu hayallere de püf der aslında.

Olması gereken soğukluktaki şu cümlesiyle;

“Geçin bakayım düzgünce sıraya. Veliler terk etsin okul bahçesini hemen lûtfen.”

“Hemen” ile “lûtfen”in anlamsız birlikteliğine inanmak istemeyen anne, yine ayrılır çocuğundan ve çok nadirdir okul bahçesinde, rastlamak herhangi bir babaya…

Baba görsen bile hüznünü göremezsin, çünkü erkekler ağlamazı oynamıştır yıllardır

hem de başarıyla…

Evet, kreşteki kadar hüzün yoktur ama telaşlı yaşamaya çok hazır olan anne bünyesi, çoktan telaşa kapılmıştır bile… “Ya…” ile başlayan yüzlerce cümle kurar beyninde…

“Ya ağlarsa…”, “ya kavga ederse çocuklarla…”, “ya sevmezse okulu…”,

“ya öğretmen kızarsa biricik yavrusuna, bağırırsa…”, “ne yapıyordur ki şimdi”

ve gözyaşları akar bazen yüzüne bazen de içine…

Çünkü öyle büyümüştür anne olana kadar,

“ya kazanamazsam bu sınavı”, “ya kalırsam okulda” ki okul kalınabilen bir yer bile değilken, ne de komiktir aslında bu cümle…

“Ya ay sonunu getiremezsem” cümlesi en az okulda kalmaya çalışmak kadar komiktir,

en ilginç cümlelerden birisidir, ülkem insanının özetinde kullanılabilecek…

Kendisi zaten gelecek olan bir sonu getirmeye çalışmak olsa olsa

zamana saygısızlık değimlidir oysa…

Sen kendini ne kadar üzersen üz aynı atar saatin tık tıkları, ağrıtma boşuna karnını…

Ayrıca getirdiğini sandığın ayın sonu, bir dahakinin başlangıcı…

Ve bu kendi kendimize kısırlaştırdığımız döngü içerisinde,

“bir şey” bile olamadan tükenen ömürler mezarlığı ülkemde,

hep özlem vardır sahip çıkılamayan eskiye nedense…

Tabi, tabi 7 çok geç kardeşim, 5 yaşında alsın çocuklar sırtlarına 5 er kiloluk çantaları ve ezilsinler altında, öğrensinler hemen, sizin daha yaşamayı bile beceremediğiniz ama öğrendiğinizi zannettiğiniz hayatı, öğrensinler tabi.

Öğrenmek için ille de ezilmek gerek çünkü değil mi?

Onca defter kitap okulda çocuğa ait bir dolapta dursa olmaz değil mi,

taşımalı her gün o çocuklar daha 30 kilo bile değilken o ağırlıkları…

Eee ne de olsa mantık şu; madem dolap maliyetli,

olsun o zaman çocuk biraz daha kabiliyetli…

Çocuğa sorumluluk vermek güzeldir, meyvesini büyüyünce alırsın elbet.

Amma 1 ağaçta 2 ayrı meyve olmaz derler ya hani, bence olur…

Sorumluluğun yanında verilen, psikolojik sorunluluk, işte o ikinci meyvedir.

İleride tadı hiç de güzel olmaz, aksilik yemek zorunda kalırsın,

çünkü ağaçta kalsa çocuğa zarar, görmezden gelsen sana…

“Ön”lük giyen çocuğunuz, artık hep “arka”sını düşünmek zorunda olduğunu anlar,

her sabah yakasını takarken, acele edilen kahvaltı, ki hiçbir anlamı yoktur tıbben,

yetişmeye çalışılan şoför amcalar ve ilginç bir sıcaklığı olan,

her sabah çocukları şefkatle kucaklayan, okul bahçesinin ayrı bir yeri olur çocukta.

Yaşanacak bütün telaşların bir sırası vardır memleketimde,

kendimizin belirleyemediği ama mütemadiyen uyum gösterdiği…

Kreş, ilkokul, ortaokul, lise… Sonra üniversite telaşı ki anlamsız gelmiştir bana her zaman, ülkemdeki üniversite anlayışı.

Kimin, hangi bölümü, niye okuduğu belli olmayan ve sonunda alınan diplomayla

ancak “hiç bir şey” olunan, onca bölüm için senelerce girilen onca telaş,

hep bir şey olmaya çalışmanın sebebidir.

Ama sonunda bir şey olunmadığı başkaları tarafından anlaşılmış ve tasdik edilmiş olsa da halen aynı telaşı yaşayan binlerce insan…

Biraz şansın ya da arkanda senden önce adam olmuş bir adamın varsa,

30 güne yaymayı başarmaya çalışacağın bir maaşla iş bulursun ve

evet artık bir şey olmuşsundur toplum nazarında…

Erkeksen mesela, artık evlenebilmenin en önemli şartlarından birisi yerine gelmiştir…

Amma sünnet olmayan çocuğa “erkek” demeyen toplum,

askerliğini yapmayan insana da “adam” demediği için,

damatlık giymeden önce, mutlaka gizlemelidir hayallerini, miğferin altında…

Ertelenecek en son şey olan sevgi, gönderdiği mektuplarda gizlidir askerimin.

Gelinlik hayallerinin arasına sıkıştırmaya çalışır kızlarımız kavuşacakları günleri,

tabi şanslılarsa, kahpe bir kurşuna kurban gitmemişse damat adayı…

Askerdeki her damat adayının, aslında şehit adayı olduğu başka bir ülke var mı?

Sonra söz verir iki insan,

“vallahi evleneceğiz inanın. Hatta bakın yüzük bile takıyoruz sizler inanın” diye

ve başlar sorular, nişan-düğün telaşları

ve her döneme has sorulara verilen mahcup cevaplar…

“Yüzük taktınız mı yüzük?”, “Eee nişan ne zaman o zaman?”, “

Madem nişan o zaman, düğün ne zaman?”

“Ev nerede, kira mı?”, “Adam zengin mi?”,

“Peki gerçekten adam mı? Yani, askerliğini yapmış mı?” “İşi var mı?”

“Kız da, pardon, kadın da çalışıyor mu?”, “Geçinebiliyor musunuz bari?”,

“Geliyor mu, ay sonu? Bizimki yarıda kalıyor da bazen…”

Sonra tavsiyeler başlar, yaşadıklarının hayat olduğunu sananlar tarafından…

“Hayatınızı yaşayın biraz, çocuk yapmayın hemen”

Sahi ne demektir “hayatınızı yaşayın”, “o âna kadar yaşanan neydi peki”

diye sormazlar mı askerliğini yapmış, maaşlı bir işte çalışan adam’a?

Ya da sorduklarında bir cevap alabilirler mi evleneli 6 ay olmuş

ama annesinden ayrıldığına, 3 yaşındayken kreş kapısında, şimdi de el kapısında,

her gece gizli, gizli ağlayan artık kadın olmuş kıza…

Aslında “hayatınızı yaşayın biraz, çocuk yapmayın” diyenlerin

koskoca bir itirafı mıdır acaba; “biz yarıştık yıllardır bari siz yaşayın” mesela…

Evet, hayatınızı yaşayın bence de…

Yapmayın çocuk falan…

Çocuğu da kendi yapıyor sanması komiktir aslında insanın ya, neyse…

Daha 3’ün deyken ayrılacaksanız o çocuktan her sabah, 3 kuruş maaş için kreş bahanesiyle. Evet hayatınızı yaşayın bence de, eğer yaşadığınızı zannettiğiniz şey yarış değil,

hayatsa hala sizce de…

ATALAY DEMİRCİ

http://www.atalaydemirci.com/


9 Temmuz 2010 Cuma

Zulmü Alkışlayamam - M.Akif ERSOY



Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;

Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.

Biri ecdadıma saldırdımı,hatta boğarım!...

-Boğamazsın ki!

-Hiçolmazsa yanımdan kovarım.

Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;

Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.

Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;

Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!

Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum

Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!

Kanayan bir yara gördümmü yanar ta ciğerim,

Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!

Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım.

Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!

Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu...

İrticanın şu sizin lehçede ma'nası bu mu?



Mehmet Akif Ersoy